* Evren Balta Paker’in “Anne ya da Değil? Annelik Etme Meselesi Üzerine” başlıklı bu makalesini Mesele Dergisi’nin Ocak 2009 sayısından alıntılanmıştır.
Bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce ne yazacağımı kafamda evirip çevirirken bir kadın olarak hayatımdaki en kurucu deneyimin ne olduğunu düşünürken buldum kendimi. Aklıma ilkokula başladığım günler geldi, annemim çekip çevirdiği güvenli evimizden çıkıp her gün okula gitmek bana ancak yedi yaşında nasip olmuştu, benden bir yaş küçük kardeşimle birlikte.
Dönemin -yani yetmişli yılların- genel pratiği buydu galiba. Anneler çalışmıyordu ve yuvalar bugün olduğu kadar yaygın değildi. Ben de tıpkı diğer arkadaşlarım gibi ancak yedi yaşıma geldiğimde kara önlüğümü giyip, üç kişinin paylaştığı bir tahta sırada kırk beş dakika boyunca kalkmadan oturmaya günlerce ve hatta aylarca ağlayarak alışmıştım… Bu deneyimin hayatımı değiştirdiğini hatırlıyorum. Ama belki benden çok annemin hayatını değiştirmişti, yedi yıllık bir eve kapanma döneminden sonra ilk kez gün içinde kendisine ayıracak vakti olmuştu.
Okuldan sonra hayatımı kuran, baştan aşağı değiştiren, kim olduğuma dair bana yepyeni sorular sorduran başka bir deneyim de hatırlamıyorum. Ondan sonra yaşadığım her şey, hani çok bilinçli tercihimle olmasa da, ne olduğumun bir uzantısıydı sanki. Hayatta başıma ne geleceğini bilmeden istediğim tek şey annelik oldu, çünkü başıma ne geleceğini biliyor-muşum gibi geliyordu bana. Belki de yıllar boyu oynadığım evcilik oyunları -ki ona aldığım tüm arabalara rağmen kızımın da en sevdiği oyun annecilik- ya da otuzlarında tavana vuran annelik hormonları beni buna hazırlamıştı. Nedeni ne olursa olsun annelik başıma geldi. Anne olmak bütün hayatımı alt üst etti, baştan aşağı yeniledi. Yalnızca gündelik pratiklerimi, nereye gittiğimi, kimi gördüğümü, ne okuduğumu, ne yiyip ne içtiğimi değil, aynı zamanda bir kadın olarak da beni. Herhalde bir kadın olarak doğmamdan sonra, bir kadın olarak doğurmam toplumsal cinsiyet temeli üzerinden baktığımda hayatımın en kurucu iki deneyimiydi. (2)
Kamusal annelik
İster evde çalışan bir kadın olsun isterse bir şirketin genel müdürü, herhalde hiç bir kadın anne olmadan önce anne olmakla başlarına tam olarak neyin geleceğini bilmiyordur.Tabii insan anne-çocuk denkleminin çocuk tarafında olunca bunun ne büyük bir iş olduğunu anlamıyor ve hatta belki de annesinin kendisi için yaptıklarını küçümsüyor, yapılabilir zannediyor. Sanki bir el şıkırtısıyla anne-çocuk denkleminin öbür tarafına geçiverecekmişsiniz ve zaten sizin olan, sizden bir parça olan çocuğunuzu büyütüverecekmişsiniz gibi geliyor size.
Ancak anne olduktan sonra fark ettim ki bu kimlik gerçekten bir kadın, ben de feminist bir kadın olarak o güne kadar baş etmek zorunda kaldığım her şeyden çok daha zor. Temelde dört duvar arasında geçen ve hiç bitmeyen, ne gecesi ne gündüzü olan, tam zamanlı bir işi hiç söylenmeden ve hatta bu durumdan çok hoşnutmuşsunuz gibi yapmanız gerekiyor… Üstelik bu yalnızca sizinle çocuğunuz arasında bir ilişki olarak da kalmıyor, sizinle bütün toplum arasındaki bir ilişkiye adım atıyorsunuz. Hamile olan ya da yeni çocuğu olmuş olan pek çok kişinin şikâyet ettiğini duymuşsunuzdur, ya da bizzat kendiniz bundan şikâyet etmişsinizdir. Hamile kaldığınız andan itibaren sanki o beden size ait değil, sokaktan geçen tanımadığınız yaşlı teyze karnınıza dokunuyor, bir diğeri size nasıl yürümeniz gerektiğine dair öğütler veriyor, ne yiyip ne içtiğiniz toplumsal bir mesele haline geliyor. Örneğin hamileyken sigara içiyorsanız daha bebek doğmadan kötü bir anne olacağınıza bütün bir toplum karar veriyor.
Bebek doğduktan sonra siz ve toplum arasındaki ilişki değişmiyor. Bebeğinizi ezkaza soğuk havada dışarı çıkaracak olursanız sokaktan geçen herkes size çocuğu üşütmemeniz gerektiğini hatırlatıyor. Çocuk büyüdükçe ağzındaki emzik bütün bir toplumun sorunu olmaya başlıyor. Çocuğunuz tıpkı her çocuk gibi hastalanırsa, anneniz iyi giydirmiyorsun bu çocuğu diyor.
Çocuğunuz sağa sola vurmaya başlarsa iyi terbiye verememiş oluyorsunuz. Sizden ayrılmakta güçlük çekerse pedagoglar imdadınıza yetişiyor ve sizin ‘güvenli bağlanma’ gerçekleştiremediğinizi söylüyor.
Çalışırsanız çocuğunuzu bıraktığınız için suçluluk diyorsunuz, çalışmazsanız kendi halinize üzülüp duruyorsunuz. Sanki herkes ama herkes bu büyük görevde sizi takip ediyor. Tıp, psikoloji, anne-çocuk dergileri, televizyon programları, çocuk büyütme kitapları, anneanneler, babaanneler, babalar, arkadaşlar ve sokaktaki yabancılar. Ve siz bir anne olarak hep yapamadığınız ya da bir şeyleri eksik yaptığınız duygusu ile boğuşup duruyorsunuz. (3)
Suçluluk duygusu ötekilerin bakışları altında anneliğin vazgeçilmezi haline geliyor ve hayatınız boyunca bir daha yakanızı bırakmıyor.
Annelik zorlukları
Annelik yapmaya eşlik eden suçluluk duygusuna anneliğin getirdiği kısıtlamalar ekleniyor öte yandan. Çocuğunuzu emziriyorsamz, emzirdiğiniz süre boyunca -ki bu süreyi doktorlar hayatın ilk iki yılma kadar uzattılar doksanlı yıllarda- uykusuz kalmayı göze alıyorsunuz. Bebeğiniz doğduktan sonra kariyerinize ara vermek zorunda kalıyorsunuz.Kariyerinize ara verirken sosyal hayatınıza da ara veriyorsunuz. Kuşkusuz kimi kadınlar kariyerlerine sonrasında başarılı’ sayılabilecek dönüşler yapabiliyorlar ama bu dönüşü yapabilmenin yolu da başkalarının emeğini kiralamaktan (eğer aile bunu ödeyebilecek kadar yüksek finansal gelire sahipse) ya da büyük anne emeğini bir kez daha sömürmekten geçiyor. Dolayısıyla kimi kadınların kariyer sahibi olması, kimilerinin hayat boyu bakım görevine sıkışıp kalmasına neden oluyor. Yetmişli yıllarda çocuklarını okula gönderip rahatlayan ve yavaş yavaş kendi ayakları üstünde durmaya başlayan anneniz yeniden dört duvar arasına geri gönderiliyor. Ya da kendi üç yaşındaki çocuğunu Özbekistan’da bırakıp gelmiş bir kadın sizin kariyeriniz uğruna kendi hayatından, kariyerinden ve geleceğinden oluyor. (4)
Yani aslında altmışlı yıllarda ortaya çıkan İkinci Dalga kadın hareketinin anneliği özgürlük ve kendini gerçekleştirmenin önünde bir engel olarak görmesi hiç de boşuna değil. Örneğin Shulamith Firestone “eğer kadınlar annelik konusundaki sosyal ve psikolojik baskıya direnirlerse erkeklerin sahip olduğu kimi özgürlük ve kazanımlara sahip olabilirler” diyordu.(5)
Yetmişli yıllardaki kadın hareketinin ve ondan etkilenen sonraki dönemlerin kadın hareketlerinin içine de annelik, özde baskıcı bir kurum olarak olmasa da, hep kadınların bir şeyleri yapmasının (siyasete ya da çalışma hayatına katılımının) önündeki bir engel olarak giriyordu. Sanki kadınların gerçekten istediği çalışmak ya da siyaset yapmakmış gibi. Oysa kadınlar bütün zorluklarına ve bedellerine rağmen anne olmayı istemeye ve annelik adına vazgeçmeye -siyasetten ve çalışmaktan-devam ettiler. Ve hatta doksanlı ve iki binli yıllarda annelik ve kadınlar üzerine yazmaya başlayanlar sıklıkla kadınların anneliği diğer her şeyin üstünde tuttuğunu ve bu bedellere rağmen anne olmayı seçtiğini gösterdiler. Bu sürece eşlik eden feminist yazında anneliğin zenginleştirici bir deneyim olarak da yaşanabileceğini vurguladı.(6)
Çünkü aslında bir ilişki olarak annelik bütün zorluklarına rağmen bir kadının yaşayabileceği en bütünleştirici ve zenginleştirici deneyimlerden biri (olabilir). Galiba bu ikilemi bugüne kadar en güzel dile getirenlerden biri de Adrienne Rich.(7)
Adrienne Rich ve annelik üzerine
Adrienne Rich 1976 yılında yayınlanan ve yayınladığı günden bugüne İngilizce okuyan dünyada baskısı hiç tükenmeyen Of Woman Born adlı kitabında kendi annelik deneyimlerini, annelik tarihini ve feminist teoriyi biraraya getirir.(8)Bu kitap üzerine sonradan çokça şey yazılacak, dönemin feminist yazınına yönelik örneğin özcülük gibi eleştirilerle sıkça karşılaşacaktır. Ama her şeye rağmen Adrienne Rich, anneliği hapsedici bir deneyim olarak kurgulayan dönemin feminist yazını içinde bir anne ve bir feminist olarak annelik etmenin önemli ve zenginleştirici bir deneyim kaynağı da olabileceğini en güçlü dile getirenlerden biri olur. Rich’e bu kitabı yazdıran, bir şair olarak arka arkaya üç çocuk doğurması ve yaşadığı annelik deneyimine dışardan bakmak istemesidir. Kendi annelik deneyimi de ilgili olarak şöyle yazar:
1950’lerin ilk yıllarında evlendim ve bir çocuğum oldu. Eğer arada şüpheler olduysa, ya da depresyon veya aktif mutsuzluk, bunlar sadece benim müteşekkir olmamam, belki de bir canavar olmam anlamına geliyordu.
Üçüncü çocuğum doğduğunda, bana ne olduğunu anlamak için kendimi ya başarısız bir kadın ya başarısız bir şair ya da bunların ikisinin bir sentezi olarak görmeye başlamam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Beni en çok korkutan şey ise geriye çekilme duygusu idi, kader denilen o akıntıda sürüklenip gitmekti. Öyle ki kim olduğumla olan ilişkimi kaybediyordum, bir zamanlar bir şehrin etrafında yürürken ya da bir öğrenci odasında yazarken neredeyse ekstazik düzeyde bir enerji ve istek duymuş olan o kızla bağımı. 9
Adrienne Rich kendi yaşadığı deneyime bir anlam verirken anneliğin iki farklı anlam ve görünümünü birbirinden ayırır. Bunlardan ilki bir kurum olarak anneliktir ve çocuk bakımım temel olarak annenin görevi haline getirerek kadınları sistematik bir eşitsizliğin içine hapseder, ikincisi de bir deneyim olarak anneliktir ve bu deneyim bir kurumdan daha çok bir annenin çocuklarıyla olan potansiyel ilişkisine işaret eder. Annelik özsel olarak baskıcı değildir, ama annelik deneyiminin özgürleştirici yanının annelik kurumunun hapsedici yanı tarafından sınırlandırılması anneliği baskıcı ve eşitsizlik üreten bir deneyim haline getirir.
Rich’e göre bir kurum olarak anneliğin iki temel özelliği, anneliği kadınlar için baskıcı bir pratik haline getirir. Bunlardan ilki anneliğin kadınlara içkin olduğu ve her kadının doğal olarak anne olarak doğduğu iddiasıdır. Bu iddia aynı zamanda çocuk büyütmeyi biyolojik annenin en temel sorumluluğu olarak görür ve annelerin çocuklarına karşı duyabilecekleri tek duygunun sevgi olduğunu varsayar. Bu ilk özellik -yani doğal ve yoğun annelik hali-kadının kendi benliğinin yok olması anlamına gelir.
Bir kurum olarak anneliğin baskıcı yanının devamını sağlayan ikinci özellik ise annelik işinin tamamen annelere devredilmesi, ama bu devir esnasında annelere annelik yaptıkları koşulların ne olduğuna dair hiçbir sorumluluk verilmemesidir. Adrienne Rich buna iktidarsız sorumlu-luk adını verir. Annelere nasıl annelik yapacaklarını uzmanlar, yakınlar, komşular anlatır. Anneler kural koymaz, konulmuş kuralları uygular. Çocuk yetiştirme kitapları, doktorun tavsiyeleri, babaların kuralları arasında anneler çocuklarını egemen kültürün beklentilerine göre yetiştirirler. Bu ötekilerin bakışları altında anneler “otoriteyi diğerlerine terk ederler ve kendi değerlerine olan inançlarını kaybederler.”
Bu iktidarsız sorumluluk kadınların kendi annelik deneyimlerini belirleme otoritesinden yoksun bırakır. Rich kendini bir anne olarak özgür hissettiği yegâne zamanlardan birini kitapta şöyle tasvir eder:
Bir yaz hatırlıyorum, Vermont’ta bir arkadaşımın evinde yaşadığımı. Kocam birkaç haftalığına yurtdışında çalışıyordu ve üç oğlum -dokuz, yedi ve beş yaşlarında- ve ben bütün o zamanı baş başa geçirdik. Evde yetişkin bir erkek olmadan, öğlen uykuları, yemekler ve erken gece uykuları için belirlenmiş saatler olmadan… Birlikte tadı ve günahkâr bir ritmin içine düştük. Gece olduğunda hepsi söylenmeden uykuya dalıyorlardı ve ben tıpkı öğrencilik günlerimdeki gibi okuyup yazarak sabahlıyordum. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Çocuksuz hayat böyle olmalı okul saatleri, sabit rutinler, öğle uykuları, aynı anda hem anne ve eş olmaya çalışmadan yaşamak bu olmalı. Bir gece geç saatte sinemadan dönerken. .. kendimi çok uyanık, çok iyi hissettiğimi hatırlıyorum, birlikte bütün yatak saati kurallarını, gece kurallarını, ve kendi evimizde yapmazsam ‘kötü bir anne’ olacağımı düşündüğüm tüm kuralları yıkmıştık. Çocuklarım ve ben birlikte annelik kurumunun kaçakları haline gelmiştik.
Standart annelik
Rich’in kendini özgür hissettiği durum aslında uzmanların ve ötekilerin bakışlarından ve o bakışların yarattığı ‘ideal anne’ baskısından kurtulduğu andır. Çünkü aslında egemen annelik söylemi kurallar ve standartlarla dolu ulaşılması mümkün olmayan bir ideal ortaya koyar ve bu ideal anneleri genellikle yetersiz ve suçlu hissettirir. Üstelik ideal annelik söylemine seçimleri ya da şartları nedeniyle uymayan ya da uyamayan anneler uygunsuz görülür ve kendilerini ve anneliklerini sürekli bir gözetleme altında bulurlar. Onların annelik edişi herkesin meselesi haline gelir. Dışarıdaki bu gözün baskısı ise anneleri bu ideali takip etmek zorunda bırakır.Shari L. Thurer’a göre yirminci yüzyılda anneliğin büyüsünü kaybetmesinin nedeni tam da bu ideal standart annelik modellerinin yükselişidir. Yirminci yüzyıl ile birlikte annelerin annelik etmekten sorumlu olduğu iddiası genel kabul görmeye devam eder ama buna annelerin toplumun ve çocukların gelişimi için tek başına bırakılmaması düşüncesi eşlik eder. Annelik etmek anne ile çocuk arasındaki ilişkisel bir durum olmaktan çıkarak bir ‘uzmanlık’ alanı haline gelir. Endüstriyel üretim modelleri çocuk gelişimine uygulanmaya başlar. Anneler çocukların alnını öperek ateşlerini ölçmek yerine termometre kullanmaya, yeme-içme saatlerini listelerle düzenlemeye, uygun aylarda uygun yiyecekleri bebeklerin diyetine sokmaya, tuvalet alışkanlıklarını belirli şekiller ve aylarda kazandırmaya, çocukların yalnız uyumasını teşvik etmek için önerilen standart yöntemleri uygulamaya ve bütün bunların hepsini eksiksiz öğrenmek için çocuk eğitimi konusunda okumaya, eğitim ve seminerlere katılmaya başlarlar. Hemen bütün anneler vitaminler, proteinler, bakteriler hususunda kendi çaplarında bir uzmana dönüşürler.
Emzirme belirli teknikleri olan bir aktiviteye, bebeğin gazını çıkarmak ince bir sanata, bebeğe temiz hava aldırmak karmaşık bir egzersize dönüşür. Annenin görevi bu bilgilere sahip olmak, çocuğun ihtiyaçlarını çocuk daha leb demeden hissetmek, sevmek, doyurmak ve bütün bunları yaparken de keyif almaktır.
Burada hemen şunu vurgulamakta yarar var, çocuk gelişiminin standartları arasında yirminci yüzyıl boyunca bir süreklilik yoktur. Örneğin 1950-1960’lı yıllarda egemen çocuk büyütme söylemi disiplin iken bu 1970’ü yıllarda yerini empatiye bırakır. Anneler sıklıkla birinci çocuklarını büyütürken tavsiye edilenlerle üçüncü çocuklarını büyütürken tavsiye edilenlerin ne kadar değiştiğini ve neye inanacaklarını bilmediklerini ifade ederler. Aynı durum kuşaklar arası bilgi aktarımında da söz konusu olur. Örneğin bir önceki kuşaktaki anneler mamanın anne sütünden daha iyi bir beslenme aracı olduğuna dair uzman tavsiyeleriyle çocuklarını büyütmüşken, bir sonraki kuşakta bu tavsiye yerini başka bir güçlü tavsiyeye bırakır. Uzmanlar bu sefer annelere emzirmenin hayati önemde olduğuna, hiçbir mama tarafından ikame edilemeyeceğine, çocukların bağışıklık sistemine ve anne ile olan ilişkilerine vazgeçilemez bir katkı yaptığını söylerler. Dolayısıyla yeni anne olmuş kızını elinde süt pompası sürekli süt sağarken ya da sütünü artırmaya çalışırken gören anne için bu durum anlaşılmaz hale gelecektir. Annesinin emzirme ile çabasını anlamayan yeni anne olmuş kız için ise annenin çocuk yetiştirme bilgisi bir ‘spekülasyondan’ ibaret olur.
Sonuçta bu modeller annelere kendi annelerinin desteğinden bile yoksunlaştırılmış iktidarsız bir sorumluk verir ve annenin kendine olan güvenini sarsar. Çocukla olan ilişki artık anne ile çocuk arasında özel, karşılıklı belirlenen, her biri kendine özgü dinamiklere sahip olan bir formdan çıkarak her anne ve her çocuğun benzer süreçlerden geçtiği bir standartlığa kavuşur. Diğer bir deyişle her biri son derece basit olan temel günlük aktiviteler karmaşık bir standardizasyona tabii tutulur. Aslında bu tam da Rich’in sözünü ettiği anlamda annelik kurumunun annelik etme deneyiminin önünü kesmesidir. Çünkü iktidarsız bir sorumluluğa sahip olan bu anneler kural koymazlar, konulmuş kuralları uygulayıcısı haline gelirler.
Yeni annecilik: İki binli yıllarda annelik ve Rich’in mirası
Rich’in bahsettiği standartlar ve uzman tavsiyeleriyle şekillenen annelik kurumu bugün her zamankinden daha canlı. İnternet her tür uzman bilgisine annelerin kolay ulaşımını mümkün kıldı. Çocuğunuza tuvalet eğitimi vermek istiyorsanız, bütün bilgiler bir tıkla önünüzde. Televizyonlarda onlarca anne-çocuk programında nasıl annelik edeceğimizi anlatıyor uzmanlar. Anne-çocuk dergileri anne-çocuk ilişkisinin her saniyesine dair bilgilerle dolu. Üstelik bu bilgiler bir önceki on yıla kıyasla küresel olarak daha standartlaşmış durumda. Örneğin Nijerya’dan Amerika’ya bütün anneler çocuklarını Arlene Eisenberg’in “Bebeğinizi Beklerken Sizi Neler Bekler” kitabıyla büyütüyor. Sonra kitap devam ediyor “Çocuğunuzun ilk Yılında Sizi Neler Bekler”. Serinin ilk kitabı 1980’de basıldıktan sonra sadece on yılda ve sadece Amerika’da 9 milyon kopya satmış. Bugün hangi orta sınıf yeni annenin evine giderseniz kitap sehpanın üstünde.Yeterince iyi anne olmak için her zamankinden çok şey yapmak gerekiyor. Bir anne olarak çocuğunuzla yalnız kaliteli ama çok da zaman geçirmeniz, onun her şeyi ile birebir ilgilenmeniz bekleniyor sizden. Ama aynı zamanda işinizde de başarılı olmalı ve kariyerinizin ucunu bırakmamalısınız. Hayır, bu da yetmiyor sizden sanki hiç anne olmamış gibi görünmeniz, hamileyken aldığınız kiloları hemencecik vermeniz bekleniyor. Hayır, bu da yetmiyor kadınların kocaları ile olan ilişkilerine zaman ayırmaları, sıklıkla baş başa zaman geçirmeleri gerekiyor. Bütün bunların arasında kalan kadınlar elbette bunların tamamını yapamıyor ama yapamama durumuna eşlik eden duygu ise her daim suçluluk.
Örneğin neden ben şu an saat yediye gelirken evde olup üç yaşındaki kızımı yatağına yatırmam gerekirken oturmuş bu yazıyı yazıyorum. Acaba iyi bir anne miyim? Ya da bu yazıyı boş verip, eve kızıma gitsem ve son gün olan yarına yetiştirmesem acaba iş hayatımda başarısız olmuş olur muyum? Hangisini seçmeliyim? Seçimimi yapmış bu yazıyı yazarken bile suçluluk yakamı bırakmıyor, evde babası ile oynayan kızımı on kere arıyorum. Önce eve gelmeyeceğim diyorum, sonra arayıp, gelip seni ben uyutacağım diyorum. Suçluluk ve yorgunluk peşimi bırakmıyor.
Susan Douglas ve Meredith Michaels iki binli yılları karakteriz eden bu yeni standart üstü annelik formuna ‘yeni annecilik’ (new momism) diyorlar.
Onlara göre yeni annecilik yeterince iyi annelik {good enough mothering) annelik için 15 gereken minimum teknik standartları ve zamanı ulaşılamayacak boyutlarda artırmış durumda. Yeni annecilik kuşağında fena olmayan bir anne sayılabilmek için bile, bir kadın bütün fiziksel, duygusal ve entelektüel varlığını haftanın yedi günü ve günün yirmi dört saatini çocuklarına adamalı ve onun her anından zevk almalı.
Douglas ve Micheals’a göre yeni annecilik hem dışarıda çalışan kadınlara hem de evde çalışan kadınlara benzer bir baskı uyguluyor. Medya ve uzmanlar tarafından sürekli pompalanan bir suçluluk ile yaşayan çalışan anneler ‘süper anne’ olabileceklerini her an ispatlamak zorunda kalıyorlar. Çalışıyorsanız eve gelir gelmez, üstünüzü değiştirmeden oyun oynamaya başlamalısınız. Mümkün olan her boş vaktinizi çocuğunuzla önceden planlanmış aktiviteler yaparak geçirmelisiniz.
Çalışmıyorsanız durum daha da kötü, çocuğunuzla herhangi bir zaman değil kaliteli zaman geçirmeli, evinizi bir tür anaokuluna çevirmelisiniz. Anne banyodan sonra bebeğine masaj yaparken, bir yandan da ona en öğretici kitapları seçiyor, organik pazardan alışveriş yapıyor.
Yeni anneciliğin bir başka önemli bileşeniyse abartılmış bir güvenlik paranoyası. Bu paranoyada anneler çocuklarını sağlığı ve güvenliğinden birinci derece sorumlu hale gelirken güvenlikli ve sağlıklı olmanın tanımı da genişliyor. Tehlike her yerden gelebilir, cam dolaplardan, merdivenlerden, çekmecelerden, sokakta oynamaktan, bakıcılardan, ev tozlarından, iyi yıkanmayan çarşaflardan, fazla çikolata yemekten. Buna engel olmak için ise annelerin birer diplomasız doktor ve sertifikasız güvenlik uzmanı olması bekleniyor. Yeni annecilik miti anne-çocuk dergileri, ebeveynlik kitaplarının yanı sıra kocasını el üstünde tutan ve onunla çok sık vakit geçiren, mutfaktan çıkmadan çocuğuna yemek yapan, onunla evde olduğu her an kaliteli’ zaman geçiren, son derece zayıf bir bedenle anneliğin izlerini hiç taşımayan ve bütün bunların yanı sıra televizyon programları ile kariyerine başarılı bir şekilde devam eden her şeyi başarmış muhteşem anne Ebru Şallı gibi doğaüstü figürlerle destekleniyor. Anneler ona bakıp bu yeni anneliğin yapılabileceğini zannediyorlar, kamusal alanda gördüğümüz bu resimde nelerin dışarıda tutulduğunu hiç bilmeden, ya da bu resim için satın alınan başka kadınların emeklerinin değerine dair hiç konuşmadan, sanki bu yokmuş gibi davranarak.
Bütün bunların sonucu günümüzde annelerin tarihte eşi benzerine rastlanmayan bir suçluluk ve endişe taşıması. Bu suçluluğun en önemli yansımalarından biriyse hiç kuşkusuz tüketim alanında.
Orta-üst sınıf anneler ebeveynlik endişelerini ve zaten hiç ulaşamayacakları bu ideale ulaşamadıkları için yaşadıkları endişeyi tüketim yoluyla hafifletmeye çalışıyorlar. Çalışan annelerin bütün gün çocuklarından uzak kaldıktan sonra haftanın iki-üç günü eve elleri kolları dolu olarak gelmeleri hiç de az rastlanan bir durum değil artık. Pek çok arkadaşım çalışmaya dair suçluluklarını ancak böyle dindirebildiklerini söylüyordu. Üstelik aynı standardizasyon rekabetçi bir tüketim hissini de körüklüyor. Örneğin bebekliğin suya alışmada kritik bir dönem olduğunu, sonrasında çocukların suya karşı bir korku geliştirebileceklerini duyduktan sonra, yüzme derslerine yazılmamak için oldukça dirayetli olmak gerekiyor. Ya da bebeklik döneminin müzik kulağının gelişiminde önemini okuduktan sonra müzik derslerine katılmamak için. Bir çocuğun ilerde hem piyanist, hem yüzücü, hem balerin olamayacağı düşünüldüğünde bu ürünlerin ve derslerin temel işlevi çocuktan ziyade aslında anne ve babaların birer anne ve baba olarak kendilerine güvenini arttırmak.
Bitirirken
Kendi çocuklarını 1950 ve erken 1960’larda yetiştirmiş olan Adrienne Rich kendini her daim içinde bulduğu suçluluk duygusunu şöyle ifade eder: “Annelik kurumunun görünmeyen şiddeti…suçluluk, insan hayatına dair iktidarsız bir sorumluluk, yargılamalar ve kınamalar, kendi gücünden ve yapabileceklerinden korkma, suçluluk, suçluluk… “Rich annelerin bu ruh halinden kurtulması için bir kurum olarak anneliğin yarattığı baskıya karşı, bir deneyim olarak anneliği önerir. Ama önemli olan elbette bir deneyim olarak anneliği, kurum olan anneliğin saltanatından kurtarmaktır. Annelik deneyimi annelik kurumundan bağımsızlaştığı ya da Rich’in deyimiyle kadınlar “annelik kurumunun kaçakları” olduğu oranda annelik sosyal değişimin özgürleştirici alanlarından biri haline gelebilir. (18)
Bir deneyim olarak anneliği öne çıkarmak annelere annelik kurumunun vermediği aktörlük (agency), güç, otantiktik ve otonomiyi vermektir. (19)
Direniş bireysel düzeyde annenin nasıl annelik yapacağına dair farklı kararlar alabilmesiyle ve var olan standartlara direnebilmesiyle olur. Bu ise ancak birbirine benzeyen kadınların bir araya gelmesi ve birbirlerini standart modellerin dışında kalarak desteklemeleriyle mümkündür. Daha toplumsal bir düzeyde değişimse ancak çocuk bakımının sosyal ve toplumsal olarak desteklenmesiyle mümkün olur. (20) (EBP/EZÖ)’