Yıllardır Dedetepe kampları sırasında Küçükkuyu’dan karşı sahile bakıp duruyor ama bir türlü nedense denk gelemediğinden karşıya geçemiyorduk. Bu sene şeytanın bacağını kırdık. Uzun bir senenin ve yazın 4 Dedetepe kampının ardından küçük bir kaçamak yapıp Ayvalık’tan motora atladığımız gibi kendimizi karşı kıyıya Midilli adasına ( ya da Lesvos ) attık kendimizi.
Uzun ve fotoğraflı bir yazıdır, dikkat! ama fena bir rehber olmadı 😉
Turyol ya da Jale Tur adaya arabalı / arabasız geçiş yapmayı sağlıyor. Üsküdar – Beşiktaş motorlarından hallice diyelim teknelere ama arabalı olanları da var.
Midilli adasına giriş için Schengen vizenizin olması gerekli. Hudut kapısından da vize alınabiliyormuş ama feribot şirketine 3-5 gün önceden haber vererek evraklarınızı ulaştırmanız gerekiyormuş.
Önce kendi arabamız gitmek istedik ancak yolların dar olması uyarısından sonra arabayı Ayvalık’ta belediyenin otoparkına bıraktık. (Günlük ücreti 10TL). Arabayla geçilecekse Türk tarafı uluslar arası ehliyet soruyor ancak adada kimse bunu sormuyor. Araba kiralarken de sormadılar. Bir kaç kiralama şirketi dolaştıktan sonra bize en uygun fiyatı veren Best Rent a Car tercihimiz oldu. Mini bir skoda için günlüğüne 32€ ödedik.
Adaya geçerken nerede kalacağımızı, nereleri gezeceğimizi bilmeden yola çıkmıştık zaten benim en sevdiğim: bilmediğim yollarda bilmediğim şarkılarla karşılaşmak! Edindiğimiz bir harita, Ayvalıkta kalan arabada unuttuğumuz çadırlarımız ve kiraladığımız arabamızla öncelikle karnımızı doyurmak gerekliliğini hatırladık. Çadırlarımız olmayınca önce biraz güvensiz hissettim çünkü çadırım kadar güvenli bir uyku alanı hiç bir zaman olmadı üstelik nerede kalacağımız konusunda fikrimiz / bilgimiz olmadığı için biraz güvensiz hissettim sonra dedim : BOŞVER! Geldiği gibi olsun bu sefer! E tabii yanında 8 yaşında bir çocukla çok hızlı BOŞVER aşamasına gelemiyor insan ama sanırım benim uyuduğum her yerde çocuğum da uyur cümlesine hızlı gelebilmeyi öğrendim yıllar içinde.
Adada tam 6 gün geçirdik ve aşağıda kırmızı ile çizili yolu yaptık: ROAD TRIP ! En sevdiğim. Sırasıyla anlatmaya çalışayım en iyisi :
Mitilini motorun sizi bıraktığı liman adanın da başkenti. Araba kirama işinizi orada halledeceksiniz zaten. Biz iner inmez hızlı bir bakışla limanda hemen küçük bir taverna yani restora bulduk. Turistik hiç bir mekandan haz etmeyen bünyeler olarak gözlerimize hemen halk tipi yerler çarpıyor. Adını not almamışım ama adaya yaklaşırken sahilden görünüyor hemen mavi beyaz tahta iskemleler biraz dikkatli bakınmak lazım sadece. Yunana adalarında her şeyin fiyatı uygun daha önce Thassos deneyimimde görmüştüm fiyatının uygunluğu yanı sıra porsiyonlar çok büyük. Bir greek salad ( yunan salatası, _afedersiniz ama eşeğin önüne koyar gibi_ kocaman kesilmiş domates, salatalık , soğan ve beyaz peynir daha doğrusu feta cheese ) ile 3 kişi doyabilirsiniz. Bu bilgi ışında siparişleri vermekte fayda var. Bir de bizde olduğu gibi oturur oturmaz ” hocam bi bakar mısın ? ” falan diyemiyorsunuz, işi bittiğinde, keyfi geldiğinde gelip siparişinizi alıyorlar 😉
Adını not almadığım bu küçük restorandan hemen sonra yolumuza koyulduk. Herkesin önerdiği üzere adanın kuzeyinde bulunan Molivos’a doğru yol almaya başladık. Yollar virajlı bu arada evet! Haritada görülen Mantamados’a kadar hiç durmadık ama bu kasabaya ( bundan sonra kasaba diye bahsedeceğim köy değil şehir değil ortası yerler buralar kasaba demek uygundur! ) girer girmez bizi karşılayan kocaman taş yapı burada durmamız işaretini verdi bize. Kasaba adını Türkçedeki manda kelimesinden almış. En önemli özelliği baş meleğe adanmış olan Taksiarhis Manastırı. Her yıl Paskalya bayramının ikinci haftasında manastırda panayır etkinlikleri yapılıyormuş. Seramikleri, süt ve süt ürünleri özellikle geleneksel şekilde üretilen yoğurdu ve etleriyle ünlü. Deniz kıyısından 150m yükseklikte ama denize kıyısına inince bir sürü sahil var. Bunlardan bir tanesi TSONİA 500 metrelik sahili ile çok güzelmiş özelliği ise sürekli yunuslar dolaşırmış: biz gitmedik. Ayrıca bölgede Man’katsa şelalesi de varmış. Efsaneye göre orada yaşayan güzel bir çoban kızı dansla genç erkeklerin başını döndürerek onları şelaleden düşürüyormuş sonunda kendiside atlayarak intihar etmiş. Burayı da görmedik :=)
Pazar günü olması sebebiyle ölü toprağı serpilmiş gibi bomboş ve dükkanların kapısı hep kapalıydı. Bir iki tane interneti olan kafe bulunca hemen oturup acaba nerede kalabiliriz diye araştırmaya başladım. Akşam olmaya yaklaşmışken ve etraf bu kadar sessiz ve kapalıyken biraz ümitsizliğe kapılmak üzereydim, çadırlarımız da Ayvalık’ta geceyi rahat geçirecekler ne de olsa! Ben bir kafeye girdiğimde Alpay, Erin ve Kaan kasabanın hemen çıkışındaki küçük bakkalda bir keşif yapmış bir şekilde akşam yemeklerini hazırlamışlardı. Kocaman birer sandviç ve bira!
Ufak bir araştırma sonucu 15km uzaklıktaki Skala Sykamineas’da uyuyabileceğimizi öğendim ve hemen gün batmadan ulaşmak üzere yola çıktık. Skala Sykamineas’a ayrılan yolun sağından inince yanlışlıkla küçücük bir plaj bulduk ancak daha sonra ziyaret etmedik. Plajın arkasında çok sevimli bir de restoran gibi bir yer vardı. Buranın adı KAYAS, adanın en temiz denizi olarak tanımlanıyormuş. Kalacak yeri bulduk da uyuyacak oda var mıdır diye endişe ettiğimiz için hızlıca buradan ayrılıp Skala Sykamineas’a giriş yaptık. Yaptık ve kaldık! Ben burada, girer girmez AŞK oldum! Dağıldı tüm hücrelerime batan günün mavisi, moru kırmızısı, turuncusu…Girişte ilk göze çarpan yeri Panagia Gorgona kilisesi; Balıkçıların Bakiresi Kilisesi. Bu kilise bir kaya üstüne kurulmuş ve balıkçıların koruyucusu olarak kabul edilmiş ve biz geldiğimizde bu kilisede bir düğün vardı! Bir daha evlenecek olsam bu kayanın üzerinde evlenirdim diye düşünmedim desem yalan olur!
Ağzım açık limanın fotoğraflarını çekmeye devam ederken aklıma bulduğum Niki’nin pansiyonunu aramak geldi sonunda. Hava kararmaya başlamıştı. Ertesi gün bir de Gorgona diye bir otel olduğunu gördük. Ancak hiç bir yerde yazmayan, sokakların arasına daldığımda kafamı yukarı kaldırıp da gördüğüm Aphrodite Pansiyon bizim iki gün boyunca zevkten dört köşe kaldığımız yer oldu. Geceliği oda için 25€. Tek gece için 27€. Niki’nin pansiyonu 40€, otele sormadım.
Sabah kahvaltısı için Türkiyede’ki gibi kamyonla gezen manavlardan aldığımız kavun, Mantamados daki fırından edindiğimiz muhteşem ekmekler ve peynir ve bölgeye ait zeytinyağı, çantamda olmazsa olmazım baharatlarım bize pansiyonun balkonunda enfes iki sabah geçirtti. Aynı zamanda bahçeden topladığımız biberler ve sıcak suya demlediğimiz naneler de bonusu oldu. Pansiyonda kaldığımız odanın tuvaleti dışarıda ama anahtarı sadece bizdeydi ayrıca bir de işlevsel bir mutfağı vardı. İkinci akşam limandaki Under the trees adlı restoranda yemek yedik. Garsonların bazıları Türkçe konuşuyor :=) Özellikle şarapta pişmiş ahtopot yemek istediysek de kalmamıştı . Bize Midilli’ye ait bir ouzo, küçük bir meze tabağı getirdiler. Bunun yanında tereyağında karides ve garida saganaki yani sahanda karides istedik. Porsiyonlar çok büyük! Dikkat. İki kişi yedik bu yemeği ve oldukça fazlaydı hesap ise 38€ geldi. Yemeğin üzerine tüm ada seyahati boyunca bulabildiğimiz tek siyah çayı yudumlarken bir de irmik helvası ikram ettiler. Bizimkilere benzemese de iyi gitti :=) Dondurmalar hazır ve güzel değil ama ballı yoğurt yemenizi tavsiye ederim!
İki gece 1 gün burada kaldıktan sonra yolumuzu devam ettirmeye karar verdik yoksa kalsak 6 gün burada geçerdi!
Molivos’a girince önce sağdan kaleye doğru çıkıp tepeden bir göz atabilirsiniz. Köy ortaçağlarda denizden gelen düşman saldırılarından korunmak için kalenin eteklerine kurulmuş. Bizans döneminden olan Molivos kalesi, Osmanlı döneminden kalan çeşmeler, günümüzde köyün toplantı yeri olarak kullanılan cami, arnavut kaldırımlarıyla iki ayrı yol halinde uzanan ve küçük bir meydanda birleşen çarşı, köyün ucundaki liman görülmeye değer ama bizim için kalmaya değer olmadı. İki gün boyunca kaldığımız kasabanın sakinliğini bulamadık belki de öğlen vakti çok sıcak basmıştı o yüzden Petra’ya doğru kırdık direksiyonumuzu biraz denize girelim diye.
Petra’da biraz küçük restoranlarda dinlenip denizin tadını çıkarttıktan sonra Antissa’ya uğrayıp ısrarla haritada seçtiğimiz Sigri’ye doğru yol almaya başladık. Petra sahili tüm deniz sporları yapmaya olanak tanıyormuş ve her yıl 15 Ağustos’ta büyük panayır yapılıyormuş. Antissa eski bir köy. Turistik olmayan yerel bir kafe seçtik kendimize. Yaşlı teyzenin revani teklifini kabul ettik. 3 kahve ve bir revaniye 7€ vererek yerel seçim yapmanın bazen de ters tepebileceğini gördük! Kahveler genelde 1- 1,5€ civarında 1 revaniye verdiğimiz paraya şaşırdık!
Yol boyunca bir iki kere ” o kadar kilise gezdik birinde de ayine rastlayaydık iyiydi” dediğimde artık Yunan tanrılarımı beni duydu ben mi çok istekliydim bilmiyorum ama rüzgarı bol Sigri’ye girip meydandaki kilisenin önüne arabamızı park ettiğimiz anda köyün kadınlarını ellerinde tepsilerle kiliseye girerken gördüğümde yerimde zıplamaya başladım. Ertesi gün Aziz Fanurio günü olduğu için ayin varmış ve ellerindeki keklerde bunun içinmiş. Ayinden çıkınca üçgen şeklinde şirin bir kafeye girerek kalacak yer sordum. Yine kalacak yerimiz yok! Calma cafe’nin sahipleri bize 10 dakika içinde bir yer buldular! ömrümü o odaya verebilirdim o anda! Pansiyonun adı Rainbow. 4 yataklı bir oda verdiler bize. Kocaman bir balkonu içinde mutfağı ve olağan üstü manzarası vardı. Geceliğine iki gece için 40€ tek gece için 45€ istedi sahibi. Pansiyonun hemen karşısında bir bakkal var. Tüm yemek ihtiyacımızı oradan ve kilisenin yanındaki manavdan karşıladık ve iki günü orada geçirdik. Pansiyonun bilgileri aşağıdaki fotoğraflarda var. İlk gecenin sabahında gözlerimi 6 da açıp sokaklara fırladım. Her yer kapalı olur sanıyordum. Biraz köyü gezdikten sonra küçük yerel bir kahvenin açık olduğunu gördüm. Şekersiz kahvemi söyledim ve kitabımı okudum.Dönüşte küçük kilisenin yanından gelen ekmek kokularına doğru ilerleyip kahvaltı için tazecik ekmeklerden kaptım. Kahvenin şekersiz oluşunu vurgulamam, ertesi sabah sırf o kahveye gitmek için 6 da uyanıp tekrar içeri girdiğimde kahvenin sahibi daha ben söylemeden şekersiz kahvemi önüme koymuş olmasındandır. Türk olduğumuzu öğrenince de hemen her yerde olduğu gibi az buçuk bildikleri Türkçe ile konuşmuş olmaları paha biçilemezdi. Adadaki son günümüzü de burada geçirmeyi isterdim ama daha görülecek bir kaç yer daha vardır diyerek oradan ayrıldık. Bu arada Sigri sörfçülerin uğrak yeri, bilginize.
Sigri adanın en batı ucunda. Mitillini’den her sabah kalkan otobüslerin en son durağı. 2,5 saatte gidliyor ücreti 8€ gibi bir rakammış. Burası bir balıkçı köyü. İlk sakinleri ise oraya cezalarını çekmek için sürgün edilen ve güvenli limanına yaklaşan gemileri talan etmekle geçinen Türklermiş. Bu adaları gördükçe bazen iyi ki diyorum .. talan etmek fitratımızda varmış! Bir rivayete göre adını güvenli anlamına gelen securodan bir başka rivayete göre de yöreyi uzun süre etkisi altına alan sıtma hastalığının yarattığı titremeden almış olduğuymuş. Singrio titremek demekmiş Yunancada. Sigride fosillerin sihiri ile tanışmanız, 20 milyon yaşında bir ağaca dokunmanız mümkün. Buradan ve buradan Fosil ormanlarını okuyabilirsiniz.Saat 17:00 de kapanıyor biz gezemedik ancak kazı çalışmaları devam ettiği için yol boyunca kayaların arasından taşlaşmış ağaçları görebilirsiniz.
Bir zamanlar bu bölge subtropikal bir bölgeymiş. Bir zamanlar dediysem 20 Milyon yıl öncesinden bahsediyorum. Burada faaliyette olan volkanların lavları ve külleri, bu bölgede yoğun ve sık olarak bulunan dev ağaçları devrilmiş, bir kısmını yakmış ve bir kısmını ise küllerle örtmüş. Bu ağaçların zamanla taşlaşması ile günümüzün Fosilleşmiş-Taşlaşmış Orman Parkı ortaya çıkmış. ABD’de Arizona’da bir örneği olan ama buradaki parkın büyüklüğünün sadece 8 km olduğu düşünüldüğünde, Midilli Adasındaki bu parkın önemi daha da iyi anlaşılabilir.
Fosilleşmiş Orman Parkına 3 km olduğunu gösterir tabelayı geçtikten sonra Lesvos Fosillenmiş (Taşlaşmış) Orman Doğa Tarihi Müzesine vardık. Yeğen ve ben müzeden içeriye daldık, ekibin kalanı ise kafeteryada bizi beklemeye geçti. Müzeye giriş adam başı 6 EUR. Fosilleşmiş Orman Parkını gezmeyecekseniz, hiç olmazsa bu müzeyi kaçırmayın. Müze iyi organize edilmiş. Burada fosil ormanından getirilmiş çeşitli ağaçların fosilleri, çeşitli kayaçlar ve yarı değerli taşlar, hayvan fosilleri sergileniyor. Doğrusu gezmeye değer bir müzeydi.
Kaynak : http://gezekalin.com/2013/07/15/
Sigri’deki ikinci günümüzde yakın bir köy olan Eresos’u ziyaret ettik. Eresos antik helen döneminin 10. sanat perisi olarak tanımlanan, ünlü kadın şair Sappho’nun vatanıdır. Milattan Önce 600’lü yıllarda Midilli adasının ‘Lesbos’ kentinde aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. Başından sorunlu bir evlilik geçen şaire hayatının önemli bir bölümünü bir kız okulunda öğretmen olarak geçirir. Bir denizciye yahut diğer bir rivayete göre bir öğrencisine aşık olan Sappho, aşkı yanıtsız kalınca Midilli kayalıklarından atlayarak intihar eder. Sappho tarihte bilinen ilk feminist kabul ediliyor. Kendisine ithafen kullanılan Lesvos’lu kelimesinin zaman içerisinde lezbiyen kelimesine dönüştüğü söyleniyor.
Ertesi sabah son durağımız olan Plomari’ye doğru yola çıktık. Amacımız Plomari’de kalmaktı. Rotamız Sigriden güneye doğru inerek Kalloni’yi ve skala Kalloniyi kapsıyordu. Skala Kalloni adanın iki körfezinden büyük olanının sahili. 1 saat kadar sahilideki zeytin ağaçlarının altında uyuduktan sonra körfezi dönerek Polichnites (Polihnitos) köyüne doğru yol aldık. Buralarda uyukladığım için fotoğraf yok pek :=) Polichnites ilginç bir köydü. Tepeye kurulmuş, insan sayısı fazla ama değişik tipte insanları barındıran biraz ürkütücü bir köydü :=) Oradan sahile Vatera’ya indik. 8km ‘lik sahili Akdeniz’in en uzun sahiliymiş.
Son durağımız Plomari’ye giden yol üzerinde haritada Melinda diye görünen küçük bir girişi olan köyün önünden geçerken içeri girip bakmaya değeceğini hissettim. Geri vitese taktık ve geceyi orada geçirdik. 3 tane reestorant ve üzerlerinde uyunabilecek odaları olan küçücük bir sahil. Kaldığımız yer pek de iyi sayılmazdı ama 30€ ya iki oda verdi bize Yannis :=) Akşam da onların restoranda tüm tatilin en büyük yemeğini yedik: herşeyi yedik!! Burayı önerebilir miyim bilmiyorum sanırım burada benden başka kimse kalmazdı detaylarına girmiyorum ama biraz ilerisindeki pansiyon aha derli topluyudu sadece sahibi olan kadın bana itici geldi. Sabah yine erken saatlerde kalkarak sahilin tadını çıkarttım. Diamante adlı restorantlarının önünde duran kano ile Erin babasıyla nefis bir deniz turu yaptı. Sonra toparlanıp saat 18:00 vapuruna yetişmeden önce aslında kalmayı planladığımız Plomari’ye doğru yol aldık.
Son olarak Plomari: Mitilini’den sonra adanın en kalabalık kasabası. Uzo ve sabunun vatanı sayılıyor. Mimarisi çok güzel. Sokaklar teras gibi. Adanın en güneyinde geleneksel bir yerleşim yeri. Uzo eskiden rakaria adı verilen küçük ve yerel damıtım yerlerinde imal edilirmiş. 19. yy dan sonra gelişme göstermiş ve sanayi dalı haline gelmiş. Kokulu ve tatlı içimi olan Plomari uzosunu üreten 4 imalatçı varmış. Biz bunlardan biri olan Barbayanni uzo’nun imalathanesini ve içindekimüzesini gezdik. Bu uzonun özelliği sanayi tipi uzo ve rakılardan farklı olarak %100 distile olmasıymış. Piyadada alıp içtiğimiz rakı/uzolar maalesef %100 distile değil şeker ve alkol katılarak yapılıyormuş dolayısıyla da hızlı sarhoş olmak ve ertesi gün baş ağrısı normalmiş. Türkiye’de bu rakı sadece şimdilik freeshoplarda varmış bir de sanırım bizim evde var ! Müzede fark ettim ki Sigri de sabah yürüyüşünde kopartıp da kitabımın arasına koyduğum uzo kokan bitki anasonmuş! Bir de rakı / uzo ya buz konulmaması anasonun içindeki 50 çeşit yağın buz ile birleştiğinde kristalleşmesindenmiş. Buz yerine karafa su koyup suya buz ekleyip o soğuk suyu koymak gerekirmiş.
Plomari’den biraz hüzünle karışık dinlenmişlik, ruhlarımızı yıkamışlıkla Mitillini’ye oradan da Ayvalık’a doğru direksiyonumuzu çevirdik. Arabamızı teslim ettik, vapurumuza ( ya da motorumuza) bindik. Şükranlarımızı ve teşekkürlerimizi sunarak adadan ayrıldık. Bir parçamız orada kalmadı ama oradan çok parça bizde kaldı! İşte Midilli adası nasıldı diyenlere, biraz uzun bol fotoğraflı oldu ama şunu eklemeden bitiremem:
Dünyanın başka hiçbir yerinde,
güneş ve ay o kadar ahenk içinde batmaz,
başka hiç bir yerde güçlerini o kadar eşit paylaşmazlar,
kimbilir, onlar ne güzel zamanlardı
hangi tanrı, hoş vakit geçirmek için,
bir çınar ağacı yaprağı gibi kesti ve üfledi,
açık denizin ortasına” ~ Odiseas Elitis
Yorumlar (4)
Ayşegül :
4 Eylül 2014 | 10:57Soluksuz okudum yazıyı 🙂 Fotoğraflar ayrı bir güzel. Sanki bende o gezideydim 🙂
Yüreğinize sağlık.
Ayça Oğuş :
5 Eylül 2014 | 12:44:=) teşekkür ederim :=)) sevgiler
Ayça Oğuş (@AycaOgus) :
4 Eylül 2014 | 11:23Gittikçe gezi bloguna dönüşmüyorum hatta bazıları yarım bile gezi yazılarının ama bu tam.. 🙂 darısı diğerlerinin… http://t.co/HlJEJbzd0k
Meliha Çalışır :
10 Eylül 2014 | 15:57Çok güzel bir gezi olmuş. Resimlere bakarken bir daha gidesim geldi. Biz de bu yaz sizin kadar olmasa da iki kızımızla Midilli Adasını keşfettik. Çok güzel, huzurlu geçen bir tatildi. Bir daha giderseniz Agiassos köyünü de görmenizi tavsiye ederim.